|
Mağusa'da
Aykserino Kilisesi avlusunda geçti çocukluğumuz. Gündüz oyunlarımızla ağırlık
top ve lingiri, gece oyunlarımızla saklambaç oluyordu. Özellikle terli yaz
akşamlarında Aykserino Kilisesi'nin serin taş duvarlarına sırtımızı vererek
ebe'nin bizi hiç bulamayacağını düşünmek, müthiş bir tattı. Hele komşumuzun
kızıyla birlikte, omuzu omuzumuza değerek saklanmışsaydık! Biz erkekler hep
kahramandık! Kilise'nin daha bir karanlık duvar aralarından hiç korkmazdık!
Yalan... Öyle duvar dipleri vardı ve biz o kadar korkardık, fakat sırf üç-beş
saniyeliğine komşumuzun kızının omuzu omuzumuza hafiften eli elimize çarpacak
diye şapkayı yere vurmazdık...
Ne olacaksaydı olsundu, yeter ki ebe bulmasın diye bizimle birlikte saklanmasına
izin verdiğimiz (!) komşunun kızının,
- "Sen hiç gorkman ama?", sorusuna,
- "Çk... ben mezarlıktan bile gorkmam", diyebilelimdi...
Allah'tan komşu kızı bizim bu korkmaz kahramanlığımıza güvenip de,
- "Hade bu akşam da mezarlıkta saklanalım", demedi..!
60'li yılların sonlarıydı. Beatles'lar dünyayı, Cem Karaca,
Barış Manço, Erkin
Koray ve Erol Büyükburç Türkiye'yi sarsıyordu. Küçük 45'lik plaklar, HEY ve SES
dergileri dolaşıyordu mahallemizdeki ağabey ve ablalarımızın ellerinde...
Oh Carol..
Dağlar Dağlar...
Sugar Sugar Şa La la... Resimdeki Gözyaşları...
Ve daha sert ritimleriyle gelen Erkin Koray;
Krallar...
Bir müzik grubu da biz kurmuştuk Aykserino Kilisesi avlusunda. Ben, Atalay,
Turgut ve Mete...
Olanca teknik donanımımızı ince kontrplak, plastik ve teneke kova, atık kablo,
tencere kapağı, bıçkı, keser ve çivi ile sağlıyorduk... Ya balık misinalarından
geriyorduk gitar tellerimizi, ya da naylon sicimlerle...
"Üç Hürel" grubundan esinlenerek bir de isim bulmuştuk kendimize:
- Müzik dünyası böyle bir grubu görmedi... görmeyecek...
Mahallemizin bütün anaları ellerine geçirdikleri her şeyle peşimizdeydi.
- "Ziligurti çıkarasınız artık... Kafamız şişti be gâvvole... Haçana bir
çekeceyik
sizi... Ne tencere bıraktınız evde ne lenger...!"
Bir sarı kız çocuğu idi bebekliğin...........
Yere dağılmış o güzel mahalle insanlarımızın arasına doğmuş son çocuktu.
Annesinin, sarı saçlarını hep tepesine at kuyruğu bağladığı beyaz çocuk büyürken
başladı kopmalarımız.
Önce Hasan arkadasımızın annesi öldü, bir başka mahalleye taşındılar.
Sonra ince uzun dal boyuyla hepimizin hayranı olduğu Orhan ağabeyimiz Amerika'ya
uçtu.
Ardından Londra'ya gidenlerimiz... Ufuk, Ismet, Turgut, Süleyman, Atalay...
Içinden el çekilmiş bir eldiven gibi git gide boşaldı, tenhalaştı mahallemiz.
Bir zaman sonra, çığlık çığlığa çocuk seslerimiz kaldı Aykserino Kilisesi'nin
boş avlusunda...
Artık hiç kimse lingiri oynamıyordu...
Müzik grubumuz dağılmış, annelerimizin öfkeli sesleri de duyulmuyordu...
Büyüyordu alabildiğine beyaz teniyle, saçları hep tepesinde at kuyruğu bağlanan
sarı kız... Bir zaman sonra onlar da taşındılar...
Belki beş, altı yaşındaydı Kemal Zeytinoğlu yolu üzerindeki evlerinden
oyuncaklarını toplamış uzaklaşırken... Incecik dudaklarının kıyısına hep akıttığı sümüğü ile
gitti sarı kız...
Hergün değilse bile, bazı akşamüstleri Lefkoşa'dan Mağusa'ya giderken ayni
otobüste buluşuyoruz.
Kestaneye çalan düz uzun saçları enseden at kuyruğu... Konuşurken gözlerinin
içine kadar gülen, konuşacak çok şeyi olan bir kız. Elinde hep kitaplar, dosyalar...
Adı konulmaz bir tuhaf dürtüyle sohbete dalıyoruz.
Taşıdığı kitaplar ve dosyalar boşuna değil... Öğretmen olmanın son yılında o...
Şiirden ve yazılardan konuşuyoruz. 21 Aralık Şehitler Haftası için birkaç
arkadaşı
ile birlikte hazırlandıklarını anlatıyor.
Açış konuşması için yazdığı metni
okuyorum...
Neden sonra soruyoruz nereli olduğumuzu...
Bir yandan konuşuyor, nezleli burnunu siliyor bir yandan...
Yüzüne bakıyorum... Yüzünde bir şeyler var hani Orhan Veli'nin: "Epey yaklaşmışım / Duyuyorum / Anlatamıyorum....", dediği türden...
Yemin etmeyi sevmem fakat, yalansa Allah çarpsın ki yüzünde Aykserino Kilisesi...
Kilisenin avlusunda bir sarı kız çocuğu... Dün gibi bugün de, bugün gibi dün de burnu sümüklü...
Yıllar sonra halâ sümüklü...
Ama güzel bir sümüklü.
|