Sabahın seherinde yola
çıkmanın değişik bir tadı vardır... Lefkoşa-Mağusa yolu
bu saatlerde çok sakindir... Tek tük arabalar, gündüzün canturaş tekerlek seslerinden
uzak, arada bir kulağınıza teğet geçen bir sivrisinek sesi çıkarırlar...
Güneş henüz doğmamış, ancak tan yeri, gül
dudaklı bir sevgilinin gelişi gibidir..
Nedense ben o upuzun Lefkoşa-Mağusa yolunu değil de, eski Lefkoşa-Karpaz yolunu
tercih ederim... Yeni Iskele'de biten bu yol beni daha cok cezbeder... Kimbilir
belki de geçmişin o silik anılarını yeniden yaşamak isterim...
Kurumanastır'a dönen yol kavşağında
sağ taraftaki tarlalara ne zaman baksam,
1974 Temmuz'unda orada şehit düşen Adil aklıma gelir, sonra yaralı olarak o
tarlada yanan Terzi Salih... Içimi bir burukluk kaplar... Onların haberi bize
Serdarlı'da terkedilmiş Barış Gücü Kamp'ında ulaştırılmıştı... Adil şakacı
biriydi... Ince bıyıklı, dalgalı saçlı, doğuştan yüzüne yerleştirdiği belli
tebessümünde bile ince bir alay vardı sanki...
Kurumanastır'dan sağa sapınca, Serdarlı'ya doğru yol alırsınız...
Serdarlı
1974'un Serdarlı'sı... Oysa şimdi sanki başka bir yerleşim merkezi... Üç koldan
Rum-Yunan güçleri tarafından sarılan Serdarlı girişinde içinde şimdi villa
tipi evler, gecenin sabaha ulaştığı saatlerde, neredeyse size "hoş geldiniz"
der gibi...
Göze aşina sadece Ejderha'nın* benzin istasyonu ve biraz ilerideki polis
karakolu... Üç buçuk saat ölüm kalım savaşı veren üç kişilik gurubun bulunduğu
Barış gücü kampı yerinde değil artık... Ve şimdi yaşam ile ölüm arasındaki
çizgideki üç insandan biri Lefkoşa, biri Girne ve biri de Mağusa'da...
Gönendere'ye doğru ilerlerken, teybe dokunuyorum... Davudi bir ses,
karanlığı yırtarak geliyor, "... Ey cerh-i sitemkar, dil-i nalanıma dokunma"...
Gözlerim sol taraftaki tarlalara dalıyor... 22 Temmuz 1974
akşamı bu tarlalardan
Gönendere'ye doğru panik ve korku içerisinde yol alan yüzlerce kadın, çocuk ve
ihtiyar sanki orada, Rum'a esir düşmemek için yürüyor gibi... Araba ile bile
uzun sayılabilecek bir mesafe, o gece nasıl aşıldı kimbilir?...
Sonra Gönendere köyü, Mesarya
kantonu'nun belki de eğitime kapı açan ilk Türk köyü... Rahmetli Orhan'ın kasap dükkanı ve kahvehanesi, bir gece sonra avcılar
için bu saatlerde çoktan açılmış olacak... Hemen sağ tarafta karısı ile birlikte
feci şekilde yanarak ölen Hasan Dayı'nın kahvesi... Ancak orası artık kapalı...
Esmer, güleç yüzlü, seyrek dişli, biraz
uzamış sakalı ile ocak başındaki eşine
"bir orta, bir sade ve bir da şekerli" diyemiyor artık... Diyemiyor... Ve yokuşu
aşınca işte Sütlüce köyü... Girişin sağ başında Şifa abla'nin evi, o umutsuz
savaş günlerinde bu Lefkoşa çocuğu gibi daha nicelere kucak açmış, hiç şikayet
etmemiş, ne bulunursa pişirip sofraya sürmüş, ender bir iyilik timsalinin evi...
Güneşin doğmasına az bir zaman var... Ne zaman
şafak sökse, aklıma Homeros'un
Ilyada destanı gelir... Anadolu halkına karşı barbar Yunan Çoban Kralları'nın
o iğrenç saldırısı... Ve beni nedense her zaman derinden üzen kahraman Hektor'un
ölümü... Ve her nedense her ne zaman derin bir üzüntü duysam da destanın o
bölümünü, kitabı elime her alışımda okurum...
Yollar hala bomboş, işte Geçitkale, Akova, Boğaziçi,
Sınırüstü ve nihayet Yeni
Iskele'ye varıyorum... Bahçeler köyüne yaklaşırken güneş şair'in dediği gibi
"sanki masal meyvası" masmavi denize günaydın diyerek o dehşet güzelliğiyle
görünüyor...
Ve bu sabah yolculuğunu bir deniz kenarında noktalıyorum... Silik anılarda bir
gezinti yapmanın dayanılmaz hafifliğiyle...
|